İstanbul.
İçinden deniz geçen dünyadaki tek şehir olma kontenjanından değil sadece, ne yapacağı her daim belirsiz dingin bir kadın gibi, her haliyle tabii ki çok güzel, inkar edemez bir kez gören. Dolayısı ile Atina bu yarışa girmez, giremez. Ancak şöyle bir durum var ki, özellikle belli bir yaşın üzerinde, ilişkilerdeki gibi, sadece ‘çok güzel’ olmak, yeterli olmuyor. Korunmak, kollanmak, sevmek, saymak, sığınmak istiyor insan toprağına; düşünemediğinde, yetemediğinde, yetişemediğinde, bir yol gösterici istiyor vatanında; sabahları gülümsemek, her yeni güne umutla başlamak, üretmek, desteklenmek istiyor yurdunda. Bunların eksik olması veya elinden alınması halinde, güzelin de güzelliği görülmüyor. Hep tedirgin, hep kızgın, hep bıkkın, hep yorgun olduğu zaman, bağ kesiliyor. En çok da adaletsizlikle kırılıyor insan. Dürüst olmayan, sorumluluk alınmayan, merhamet ve vicdan içermeyen gündemler, insan olmanın temelini sarsıyor, ve bir süre sonra, ya çok hissettiği ya da artık kendini korumak adına hissedemediği için, empati bile duyamıyor, kapanıyor.
Ve işte tam bu noktada, gitmek isteyenler, gidenler ve kalanlar birbirinden ayrılıyor; benim notlarım gitmeyi seçenlere…
‘Göç’ ismi kolay, kendisi zor bir karar; herkesin alabileceği, alabilenin yapabileceği, yapanın entegre olup olamayacağı, ‘ait’ hissedip hissedemeyeceği oldukça belirsiz bir durum.
Uzun yıllardır profesyonel çalışmış, çalışan ben gibi, sürekli laptop başında oturmak nedeniyle sırtında kifoz, kambur taşıyan ‘beyaz yaka’ kişiler için en az alışabilecekleri konu yeni memlekette, yazılan maillere verilen cevap süresi, o da verilirse. İstanbul’daki şirketimizde müşteriden mail geldikten sonra cevap verebilecek zamanın yoksa ilk saat içinde en kötü ‘maili aldık döneceğiz’ yazmak kuraldır. Halbuki bu coğrafya içinde o maillere ne olduğunu henüz kimse bilmemektedir. Cloud’un öğütücü gibi bir versiyonu hakim olabilir sisteme, çünkü yerine ulaşmadan yok olan mailler olduğu ortak kanaattir. Özetle, ciddi bir işiniz varsa, mail yazmayın efendiler, arayın 🙂
Apple Store yok mesela, ama simdi ilginç gelmedi di mi, gerek yok 🙂
Diğer büyük kabul ise ‘kargo’dur. Bir şeyi kargo ile istediğinizde, o artık size ne zaman gelir, gelirse sizin midir, sizin değilse nerededir gibi bir sürü detayla, çoğunlukla Yunanca konuşan memurlara denk gelerek, akıl sağlığınızdan hızlıca olabilirsiniz. Akıllı davrandığınızı düşünüp, zorluğu bir nebze indirmek adına uluslararası bir şirketten de satın alma yapsanız, mail kesinlikle Yunanca gelir. Chatgpt olmasa harfler içinde kaybolmanız kesindir, ya da mesai saatleri içinde evde hapis gibi beklemeniz. Özetle, kargo ile gelecek bir şey sipariş etmeyin, gidin alın. 🙂
Hep olumsuz yazacak değiliz ya, diyelim ki eve bir usta lazım ve hızlı gelmesini istiyorsunuz, ‘kızımın doğumgünü var, erken gelip halleder misin’ gibi insani duygular halen çok önemli, kesinlikle önceliklendiriliyorsunuz. Özetle, bu açığı kullanmayın, ama acil durumlar için aklınızda olsun 🙂
Kedileri çirkin şehrin, zaten sınırlı sayıdalar, bizimkiler gibi köpeklere kafa tutacak panter kıvamında kedi balık pazarında bile yok, ondan çirkin geldiler bana belki de 🙂 Bir de grafittiler, çoğu sadece kirlilik, azı sanat.
Çöpler alınıyor tabii ki –herkesin ve her şeyin durduğu Pazar günleri hariç– ama bizim temizlik düzeyine varmaları için daha çok fırın ekmek yemeleri gerek. Öyle sokakları suyla yıkayan süpürgeleri filan da yok 🙂 Avrupa’nın bazı şehirleri gibi ‘bal dök yala’ durumu olmadığı gibi, bembeyaz köpeğimizi 5 dk. gezdirdikten sonra patileri siyahla sarı karışımı bir renk alıyor. Hastası değiliz.
Bu şehirde de maalesef küçük kız çocuk cesedi bulunuyor denizde, yol ortasında önemli bir iş adamı vuruluyor, politikacılar halkın istekleri dışında kararlar alıyor, ama irade bastırılmıyor, seneler önce tren kazasında ölenler için halen aralıklı protestolar yapılıyor. Polis tam kadro alanlarda yerini alsa da, şiddet uygulamıyor. Şehrin ikonik simgesi ses çıkarmak, her daim özgürlük.
Bizim geldiğimiz ay, sadece şehrin içinde ve yakınında, bir çoğu gözle görülebilme mesafesinde, en az 5 yangın çıktı. Bize en yakın olanda 112’yi arayıp ihbar bile ettik ama zaten çoktan haberleri vardı. Peki ne oluyor? Derhal yangın uçakları kalkıyor, onlara helikopterler refakat ediyor, cep telefonlarına çift dil bangır bangır uyarı geliyor, yangına yakın olan yollar hemen kapatılıyor, trafiğin yönü değiştiriliyor ve katliam seviyesine ulaşmadan yangın söndürülüyor. Bu uygulamayi medeniyet olarak tarif edebileceğimi düşünüyorum.
‘Relokasyon’, süreci itibariyle neyi fırsat neyi zorluk gördüğünüzden ibaret aslinda.
Bildiğiniz üzere Yunanca, öğrenmesi en zor dillerden biri. ‘Günlük pratikle gelişenler’e hiç benzemiyor. Kalimera, Kalispera ile de hayat geçmiyor. Sokakta, markette, lokantada seni anlamak için herkes kendini paralasa da, rutinler kolay oturmuyor. Önemli bir bariyer. Internet bankacılığı platformlarında İngilizce seçeneği olsa da, tüm bildirimler Yunanca geliyor. Yani cep telefonuna bir mesaj düştügünde, bir kuruma borcun mu var, bankadan paran mı çalındı, kargon mu teslim edilemedi, olay nedir, hiçbir zaman bilmiyorsun. Sinema, konser, feribot biletleri satan siteler Yunanca. Allahtan AI’in iyi zamanlarındayız da aşırı çaresiz kalmıyoruz.
Nasıl bir yaşamdan geldiğinizle ve nasıl bir kalite beklediğinizle ilgili olarak çok değişken yaşam tarzı. Daha önce de bahsetmiştim, site neredeyse yok. Dolayısı ile güvenliği, bekçisi, apartman görevlisi parmakla gösterilebilecek kadar sınırlı sayıda. Alarm sistemlerini çoğunlukla biz gibi ‘gavur’lar kullanıyor. Olmayana kadar olmadığında ne yaparım dediğin her şeyden bir örnek var burada, oluyor da. Mesela bendeniz 18 yaşımdan beri araba kullanıyorum, dünyanın her yerinde araç kullandım, her şeyi arabayla yapmayı severim. Hızlı taşındığım ve önceden organize etmediğim için atladığım konulardan biri olmuş araba. Kısa süreli kiralık bir araçla başladık yerleşmeye ama ‘yüksek sezon’a denk geldiğimiz için rakamlar ve müsaitlikler nedeniyle kiralamaya devam edemedik. Biz de ailecek rutinlerimize bolca yürüyüş ve gerektiğinde Uber ekledik. Oluyor yani. Taksimetre açmayan, kendi kafasında sabit rakam belirlemiş taksi şoförlerine denk gelmedikçe, oluyor. Bu arada Türk ehliyetin ile araç alabiliyorsun, ama uzun süreli araç kiralamalar için (leasing) Yunan ehliyeti gerekiyor. Yeni bir değişiklik. 50’de yeniden sınavlara gireceğiz, bakalım neler olacak.
Taşınana kadar Yunan halkının tembel olduğunu düşünüyordum, fikrim değişti. Rahatlar. Bizim hiçbir zaman anlayamayacağımız kadar sakinler. Öncelikleri asla ‘yarına kalacaklar’la ilgili değil. Dostluklar, dinlenme, dertleşme gibi çok unuttuğumuz lükslere, yaşama zaman ayırıyorlar, asla suçluluk hissetmiyorlar, her şey ‘var olmak’la ilgili, günü geçirmekle ilgili değil. Sindire sindire, tadını çıkara çıkara yaşıyorlar. Basit, sade, anlamlı. Anların, yaşadıklarının, yaşamak istediklerinin kıymetini biliyorlar. Plaja gitmek için saatlerce hazırlanmıyor, kolunun altına havlusunu kapıp gidiyor. Denizin önündeki tavernadan bir patates bir bira yiyerek kalkıyor. İşletmeci de boğazına yapışmıyor burada minimum harcama limiti var diye. Köpeğimizi bıraktığım pansiyondan erken almak istedim, telefon açılmıyor, içeride min. 50 canlının olduğu bir tesis, mesajla geri dönüyor ve diyor ki, ‘biz de köpekler de dinleniyoruz, yeniden 18.00’de açıyoruz, 20.00’ye kadar alabilirsiniz ya da getiririz’; sonrası da yok yani 🙂
Sosyal imkânlar görene çok. Şehrin neredeyse her yerinde denize girebiliyorsun. Bunun için, bizim ülkedeki kadar fahiş olmasa da giriş parası ödediğin, nispeten daha organize, ancak Çeşme-Bodrum’daki ‘beach club’ havasında olmayan güzel mekanlar da var, ‘halk plajları’ da, %90’u da yan yana. Nerede rahat ettiğin, neyi sevdiğinle ve neyi finanse edebildiğine göre seçeneğin çok.
Ben her zaman, yeni kültürleri, gelenekleri, yaşam tarzlarını gözlemlemeyi çok sevdim, sanıyorum ruhumun bir yere ait hissetmemesi de bundan kaynaklı. İçimdeki göç hiç bitmedi zaten ama Ege’nin bu kıyısı içimde bir ‘ev’ hissi uyandırdı. Bakalım ne kadar devam edecek. Yunanistan’ın kimsenin inkar edemeyeceği bir kültürel zenginliği var, ve onu en çok da detaylarda görüyorsun. Daha önce de yazmıştım, zaten kültür olarak çok uzak değiliz, biz ileri gitmeye çalışırken çok kaybettik, ‘içimizdeki çocukları’ bulduk burada yeniden. Kendi kızlarımın çok kültürlü eğitim alması ve (becerebilirlerse) yeni bir dil kazanmasına ben zaten en başından beri olumlu bakıyorum. Onu da yaşayıp göreceğiz.
Yeni çevre konusu iki kırılımla önemli, ne kadar yalnız kalabiliyorsun ve ne kadar yeni bir ağ kurma becerin var. Yapı itibariyle yalnızlığı severim. Çok dostum, arkadaşım, tanıdığım olsa da, mutlaka ‘alan’ isterim. Bir de bilirim ki, ‘aaa biz de Yunandayız gelince mutlaka haber ver’lerden %90 bir şey çıkmaz, iki kez usulen whatsapp’dan yazışırsın. Özetle, ister iş için, ister sosyalleşmek için olsun, kimse için çok kolay değil yeni bir çevreye uyum süreci ama bazı insanlar için ana belirleyici. Eğer aile ve arkadaşlardan uzak kalma sosyal bir yalnızlık doğuruyorsa, o zaman adaptasyon zorlayıcı; değilse her yer çok renkli.
Bahsettiğim dil bariyeri nedeniyle, günlük hayatta ve resmi işlemlerde iletişim zorluğu yaşanabiliyor. Bürokraside rahat edebilmek için, özellikle oturum/çalışma izinleri, vergi düzenlemeleri gibi, sizi anlayan, global arenayı bilen, lokal kurallara ve uygulamalara hakim iş ortakları büyük rahatlama kanalı, bu da tamamen güven üzerine kurulu. Her ülkede hukuki farklılıklar çok, bilinmezlikler için bilene sığınmak önemli.
Ülkedeki harcamalar, adalar adisyonlarından ibaret değil maalesef. Daha fazla. Özellikle Atina gibi büyük şehirlerde. Hele de ilk yerleşme sürecindeki taşınma, ev kiralama, okul, sigorta gibi, belki de kendi içinizdeki sistemde olan her şey, yukarıdaki bariyerlerle yeniden belirleniyor.
Adaptasyon konusu kritik önemli. Bunun bir yaradılış olduğu kadar öğrenebilir bir mesele olduğunu düşünüyorum halen. Bu yola tek başına girmekle peşinde çocukla girmek arasında da çok fark olduğunu. Her ne kadar kızlarıma güvensem de, yeni bir okul, yeni arkadaş çevresi, yeni bir düzenle karşılaştıklarında, ne yapacaklarını heyecan içinde, hıçkıra hıçkıra ağlamak ile sesim kaybolana dek bağırmak arasındaki bir hisle, bekliyorum. Anne iyi ise çocuk da iyi durumu değil bu. Günlük yaşam pratiklerini en baştan öğrenecekleri bir döneme giriş yapıyoruz.
Bu kadar yazdın da ne yazdın diyorsan, değişimden korkuyorsan, değişimi kucaklayamayacaksan, yerini de yurdunu da rutinini de değiştirme, çalışmaz. Rahmetli babam Türklerin nasıl asimile olamadığını çok komik anlatırdı, yine de, bağ kurmaya karar verirsen, uyumlanmanın düşünülen kadar zor olmadığını yaşıyorum.
He bir de ‘taharet musluğu’ uzun süreli olmadığında aklına sıklıkla gelen önemli bir icat ve şehrin neresinde olursan ol, her yol, her tabela Elefterios Venizelos Havalimanına çıkar 😉
Efendim nur topu gibi bir Pazartesi’ne denk gelen en sevdiğim mevsime de, bu vesileyle, selam ve sevgiyle…
Ekim’de görüşmek üzere.
Leave a Comment