
30 güne neler sığabilir testinin hakkını vere vere geçen uzun bir ay oldu Eylül.
Öncelikle bendeniz ‘resmi’ olarak (v.) 50 yaş takvimini doldurdum. Kendi 50 yaşını (o zaman Amerika’da yaşadığım için) büyük bir kutlama yapmak yerine yanımda geçirmeyi tercih etmiş canım annem ve 2 kızımla birlikte. Fiziksel olarak yanımda olamasa da, bütün dostlarımla uzun uzun konuşarak, içten mesajlarını okuyarak, ağlatan ve güldüren videolarını seyrederek uzunca ekranlarda vakit geçirdim. Birbirine kalpten dokunabilmeyi becermiş son nesil olarak tükenene kadar zamansız ve mekansız olmamız da kutlanmış oldu bu vesileyle.
Kızlar Amerikan özgürlüğünden İngiliz disiplinine intikal ettiler. Serbest kıyafetten formaya geçtiler. Çorap ve ayakkabıların rengi bile okul tarafından belirlenmiş durumda. Yeni bir ülkeye, yeni bir okula, yeni arkadaşlara, yeni düzene isyan etmeden transfer oldular – çok şükür, bin şükür. Okulun ilk günü eve geri döndüklerinde memnun görünce ikisini de “sizi en çok ne etkiledi” diye sordum, “kibarlardı” dediler, bir kez daha çalışan sistemlerin arkasında önce nezaket ve her daim medeniyet olduğunu hissettirerek.
(4. kez), ‘lisans öğrencisi’ statüsünde “Modern Yunanca” okumaya başladım. Bu sevda sürer mi, ya da ne kadar sürer bilmiyorum, ama şimdilik keyifli. Sınıfımda -teknik olarak kendi doğurabileceğim yaştaki ‘çocuklar’la birlikte- yeni bir dil macerasına çıktık. %90’ı yarı yaşımdan küçük ve çoğu Amerikalı. Bu istatistik bana ilginç geldi. Amerika’nın kimsenin bilmediği yerlerinden filan da değiller, en çok bilinen 5-7 eyaletinden isteyerek gelmişler. Gerektiğinde çocuklarıma ‘bakıcı’lık yapabilecek arkadaşlarım olması iyi bir his 🙂
Biri ilkokul, biri ortaokul, biri üniversite olmak kaydıyla eğitim sistemlerini yakından inceleme şansım oluyor haliyle. Ortak noktaları oturmuş sistemleri olması. İnsanlar üzeri. Mesela, öğretmenlerin bazı ‘teknik’ konularda (devamsızlık, sınıfa girmeme gibi) inisiyatif alma hakları pek yok, ancak öğrettikleri konular ve değerlendirmeler hakkında yetkileri ciddi. Büyük sorunlara/konulara ‘kurul’lar karar veriyor. İlkokullarda 37 derece ateşi olan çocuk hemen sınıftan çıkarılıyor, derhal eve gönderme organizasyonu yapılıyor (bizim evde ateş düşürücü verme derecesi 39 olduğu için sorguladım tabii) çünkü ‘korumak’ konusunda öndeler, hasta olanı da olmayanı da. Çocukların (beta, influenza vb.) bulaşıcı bir hastalık taşıması halinde, önce test yaptırma zorunluluğu, sonra da sonuç ‘pozitif’ çıkmışsa, ‘3 doz ilaç’ kullanmadan okula geri gidemeyecekleri esaslı geldi bana. Bunlar sözlü değil bu arada hepsi yazılı. Bizim üniversitede 1 dönemde 6 ders devamsızlık yapan programdan sorgusuz çıkarılıyor. Ama kuralların hepsi de en baştan anlatılıyor, sürpriz sonlu değil.
Tabii ki Atina’mızda da, özellikle küçük sınıflarda, çocuk daha sınıfını bulamadan whatsapp grubuna dahil edildiğin veli grupları var. Onu bunu beğenmeyen, isyankar, küçük konularda büyük konuşmalar yapan veliler burada da var. Tek değişiklik burada babaların da çocuk konularına süper dahil olması. Mesela okulun ilk gününde (var olan) babalar tam kadro okuldaydı ve bir tanesi bile t-shirt ile gelmemişti, sanırsın önemli bir açılışa katılıyorlar. Hemen hepsi meşhur whatsapp gruplarının içindeler. İlgileniyorlar. Dahiller. Varlar.
Küçük kızıma hamileyken Halkidiki’de büyük bir tatil köyüne gitmiştik, büyük kızım 4 bile değildi. Orada elinde köfte ile çocuk peşinde koşan tek anne bendim, geri kalan bütün kadınlar, sigara ve şarapları ile masada oturuyorlardı, babalar çocukların peşindeydi. Bana olağanüstü sürreal gelmişti, değilmiş. Babalar çocuklarının hayatlarının içindeki tüm küçük detaylarda varlar.
Okul başlar başlamaz benim küçük hastalandı, beklediğimiz şekilde. Ana hastaneleri biliyor olsak da, muayeneye götürme zamanı gelince başlıyor ya gerçek araştırma, biz de öyle yaptık. Meğer 12 yaş altı çocuklar ile büyükleri ayrıştırmışlar. ‘Grup’ hastanesi bile olsa binalar tamamen ayrı, yan yana olsa da. Bizdeki gibi, önce ödeme yapıp sonra muayene oluyorsun. Özel hastane vizite rakamları bizdeki bilinen hastanelere kıyasla an itibari ile (48 kurla!) tam ½. Eczacılar doktor kadar donanımlı, fazla değilse. Detaylı sorgulamadan asla ilaç vermiyorlar, doktora mı geldik, ilaç mı alacaktık, kafamız karışıyor. Hele de ben gibi her şeyi sorduğum bir ‘mahalle eczanesi’ni bellediyseniz, hastalıklar dışına da taşıyor sohbetler. Güzel. Eski usul. Bildiğimiz yerden.
Efendim ata sporumuz olan, aniden dörtlüleri yakıp istediğin yerde aracını durdurmak bu kültürle ortak özelliklerimizden. Bizimkinin bir üst versiyonu olarak değerlendirilebilecek çift sıra park veya park edilmişin arkasına (üzerine not filan bırakmadan) araç bırakmak da sıkça rastlanan bir durum. Kavgaya dönüşmeyen el kol hareketleri de aşina olduklarımızdan.
Avrupa’nın tüm ‘gelişmiş’ addedilen ülkelerinde ‘geri dönüşüm’ önemli bir konu, cezalı mezalı takip ediliyor. Atina’da ise bu konu halkın inisiyatifine bırakılmış. Yeşil çöp bidonlarına normal, mavilere geri dönüşüm koy demiyorsa bir bilen sana, renk farkının ne anlama geldiğini anlaman imkan dahilinde değil. Ara ara bir tık modern geri dönüşüm kutularına rast geliyorsun ve hepsini en çok, bizim de son umudumuz olan, Z jenerasyonu kullanıyor, onlar önemsiyor.
Zaman konusunda ‘İzmir usulü’nü benimsemiş Yunan kardeşlerimiz. İstanbullunun 15 dk. anlayışı ile Yunan’ın 15 dk. anlayışı arasında minimum 45 dk. fark var. Bir toplantıya 15 dk. geç gidersen zaten kimse merak etmiyor, 30 dk. geç gidersen kimse aramıyor, 45 dk’yi geçersen belki bir mesaj düşüyor telefonuna, ‘işin çıktıysa başka zaman da yapabiliriz, sorun yok’ diye. Her alan rahat.
Biz uzunca zamandır yabancı uyruklu çalışan (Expat) danışmanlığı yapıyoruz. Memurlarımızın önemli bir kısmı, resmi işlemler esnasında, eğer kendisi karşıdakinin dilini bilmiyorsa, yabancıya olayı yüksek sesle bağıra bağıra anlatırsa kesin olarak anlayacağını düşünür, o grup burada da var. Yani sen istediğin kadar bağır kardeşim, MÖ 8. yüzyıldan beri kullandığın alfabeyle bizi sınayamazsın 🙂
Bizdeki ‘muhtarlık’ kurumunun önemli bir organizasyon olduğunu burada anladım. Biz de kullanılmış giysi, oyuncak, kitap veya ihtiyacı olan için yardım toplama, yerine mutlaka ve hızlıca ulaşıyor, çöpe atılmıyor; burada ihtiyaç sahibinin bunları çöplerin yanındaki askılardan bulup alınması bekleniyor, beğenmedim.
Ülkemizi, yaşadığı tüm travmalara rağmen bir arada tutan, ‘aile ve mahalle’ kültürü Yunanistan’da da var, aldığı göçlerden, dilini konuşamayanlardan ve yerini değiştirenlerden dolayı biraz eksilmiş gibi görünse de, onların da genlerine kodlu. Kendi mahallemizin fabrika ayarlarını yerine getirmek amaçlı, ‘komşunu tanı’ partisi yaptım apartmanımızın bahçesinde. Seyahatte olan 2 daire haricinde, bir Cuma akşamı 19.00’da olmasına rağmen tam kadro katılımlı, olağanüstü samimi, Türkçe, Yunanca ve İngilizce konuşulan bir kavuşma yaşandı. Meğer herkes görünmez bir yalnızlıkla yaşıyormuş. Şimdi sakinler birbirine balkondan el sallıyor, birbirini yemeğe çağırıyor, ‘servis geç kaldı bir bakar mısın’ diyor, ‘senin oğlan evde yalnızmış bir ihtiyacı var mı’ diye soruyor, partiye gelemeyen ‘siz de yemek yoksa benden al geçerken’ diyor. Oldu bu iş. Gelecek sene ‘Başkan-iki’ adayı olacağım (bu gereksiz esprimi sadece bilenlere ithaf ediyorum 🙂)
Milattan önce temsil seyretmek için kullandıkları antik tiyatrolardan birine Yunan’ın Tarkan’ı sayılabilecek Antonis Remos‘u seyretmeye gittik maaile. Yıllardır Açıkhava’da sayısız konser seyretmiş bir seyirci olarak, üzerine numara konmuş, seni bekleyen hazır minderi ilk defa Atina’da gördüm, ve de bir başkası ona ayakları ile basmasın diye minderine kadar refakat eden personeli. Benim medeniyetten anladığım bu küçük detaylar aslında. Bir de tüm biletlerin satıldığı bir konserden çıkarken sıfır kaos yaşanması.
Son olarak bir de şu macerama yer vereyim: bir Pazar sabah kiralık aracımın lastiğine çivi battığını fark ettim, yolda giderken. Ülke yansa Pazar günü kimse çalışmadığı için sadece sabaha kadar dayansın diye benzincide lastiği şişirtip Pazartesi sabah 08.30’da lastikçinin mekanında belirdim. Açılış saati 09.00 yazıyor ya, abim 8.59’da gelmedi 🙂 Beni de orada bekler görünce pek memnun da olmadı. Sonra bana 2 kez aracımın yerini değiştirtip, el kol hareketleriyle ‘bacım hayırdır ya sabah sabah dur bir dükkânı açalım önce’ dediğini var saydığım cümlelerle yaklaşık 40 dakika açılış işlemleri ile uğraştıktan sonra, ki bunlar lastikleri sokağa dizmek adlı çalışma oluyor, ve beklemekten pes etmeyeceğimi anlayınca, yan dükkâna gidip bana kahve aldı, üzerine bir de su ikram etti, hatta onları koymam için taburemsi bir şeyi de önüme koydu. Peşine, yine sadece üsluptan anladığım şekilde, çırağını beklediğini anlattı. Neyse Hermes abimiz de 9.40’da geldi. Üçüncü kez aracımın yerini değiştirdikten sonra tamir işlemleri başladı ve yaklaşık 25 dk. içinde -çivi çıkar-ve-tamir et işlemi tamamlandı. Bütün bu sahne bana 10 Euro’ya mal oldu ve bir lastik tamircim de var artık. Hayat burada ilişki demek çünkü.
Peşine, hastaneye, sabah 9.30’da olan randevuma 11.00’de gittim. Artık Yunan kültürüne adapte oldum ya, ‘kusura bakmayın lastikçide işim uzadı ancak gelebildim’ dedim, kimse kasmadı, 11.10’da doktor randevusuna girdim.
Hayat bu yüzden güzel burada. Basit ama sıradan değil. Çok ama fazla değil. Yeterli ama doyumsuz değil. Yaşamak, yaşatmak, korumak, kollamak hep birincil. Kadın çok değerli. Çocuk kadından da değerli.
Bizim ülkemizde yaşananlar sıcak sohbetlere yansıdığı anlarda, dededen, babadan toprağımızın bir yerine değmiş olanlar, atalarında yerini değiştirmiş olanlar, inanın ki bizimle ağlıyor, bilin ki biz kadar üzülüyor. Bu kadar aynı ve ayrı olan 2 ülkenin bu kadar ortak duyguları taşıması bana büyülü geliyor.
Yunan da bizim gibi vatansever. Milliyetçi. Kendilerinin bile tam konuşamadıkları alfabeye sığınmalarının ana nedeni de bu. Benzersiz olmak ve kendine özgü kalmak. Ezgilerimiz, hayatlarımız, aşklarımız, kavgalarımız, taraftarlığımız aynı kandan, inkârı imkânsız.
Ama biz, Türkler, apayrı bir kategoride deliyiz, süper pratik zekâlıyız ve çalışkanız, sanırım en çok bunları unuttuk, hatırlamazsak kaybedeceğiz. O kan akmaya bir kez başladığında durmayacağını, hiçbir gücün bizi durduramayacağını, bizden başka herkes biliyor çünkü.
Atamızı, mirasımızı, toprağımızı, vatanımızı çocuklarımıza unutturmamak, her neredeysek içimizde yaşatmak, son neslin görevi.
Sonraki ay görüşmek üzere.


